yaşadıklarım sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
yaşadıklarım sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Yaz biterken bende olup bitenler...

     Takip ettiğim bazı bloglarda yaz biterken değerlendirmeleri yapıldığını gördüm. Bunun üzerine ben de kendi değerlendirmemi yazmak istedim. Haziran ayı gelmiş, fakat hala ortalık tam manasıyla ısınmamıştı. Dışarısı sıcak, evin içi ise soğuktu. Haziranın ortalarına doğru bu durum düzeldi.  Yaz ayı bloğum açısından çok verimli geçti. Çoğunlukla günü gününe yazı girdim. Takipçi sayım arttı. Ve yepyeni bloglar tanıdım. Ama en büyük değişikliği sona sakladım. Edebiyat bloğu olmaktan vazgeçip, kişisel blog oldum. Bu benim açımdan devrim gibi bir karardı. Kitap delisi değilsen, kitap üzerine blog açma. İnanın gitmiyor, yazamıyorsun. Ben çok isterdim şöyle bir şeye, deli divane aşık olayım. Onunla yatıp, onunla kalkayım.


yaz biterken, kişisel blog, yaşadıklarım


                                       OKUMA DÜZENİM BOZULDU
     Böyle bir konuya hakim olmadığım için, yaz biterken bloğumu kişisel blog yaptım. Hayattaki her şey üzerine yazıyorum şimdi. Yaz ayı, kitap okumak açısından da çok iyi geçti. Bir yandan kitap okumak, bir yandan blogları okumak, diğer yandan köşe yazılarını okumak. Yoğun bir okuma dönemiydi benim için. Ama son günlerde bu düzen bozuldu. Bir hafta oldu kitap okuyamıyorum. Köşe yazılarını her gün okurdum. Şimdi iki-üç günde bire düştü. Takip ettiğim blog yazılarını bunlardan ayrı tutmak gerekir gerçi. Blog yazılarını okuma konusunda, baya bir istikrarlıydım. Ta ki birkaç güne kadar. Tekrar bu üçünü bir düzene sokmakla işe başlayacağım eylül ayında.
                                  BLOGLARDA ÇOK OKUNAN YAZILAR
     Bu yaz ayı içerisinde Toyota’da işe başlama gibi bir durumum oldu. Hatta bunu blogda da yazdım. Ama her zaman işler, insanın istediği gibi gitmiyor. Servis güzergahındaki problem nedeniyle Toyota’da çalışma işi yattı. Servis benim bulunduğum yerden çok uzakta bir yerden geçiyordu. Ama Toyota’ya giremedik diye iş aramaktan vazgeçmedim. Yine devam ettim aramaya. Ve sonunda bir şeyler olacak galiba. Bunu da yakın zamanda blogda yazabilirim. Bu dönemde okuduğum blog yazılarında dikkatimi çeken bir şey oldu. Blog yazılarından en çok okunanlar karamsar, umutsuz, acı ile yoğrulmuş yazılardı. Millet olarak acıyı seviyoruz galiba. İşte yaz biterken yaşadıklarım ve edebiyat bloğundan kişisel blog olmam.



Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Blog konularını yazmak için not defteri aldım...

not defteri, blog konusu, yaşadıklarım
Not defterim nasıl ama?

     Bugün bir kırtasiyede küçük bir not defteri gördüm ve çok hoşuma gitti. Hemen aldım. Kendisini fotoğraflardan görebilirsiniz. Tam aradığım gibi bir not defteriydi. Ufak. Cep boyu. Her zaman yanımda taşıyabileceğim bir not defteri istiyordum. Deminden beri, “İstiyorum, istiyorum” diyorum da. Ama ne yapacağım bu not defterini? Ya biz blogcular bilirsiniz, bazı zamanlar konu sıkıntısı çekiyoruz. Bazen aklımıza çok iyi yazı fikirleri geliyor. Ama yazmayınca uçup gidiyorlar. Şimdi bana, “Telefonuna not etsene” demeyin. Çünkü telefona not etmeyi sevmiyorum. Ben kağıt-kalem seviyorum abi. İlla kağıda not alacağım. İşte bu sebeple bu not defteri çok hoşuma gitti. Şimdi her zaman yanımda olacak. Ve bu not defterini sadece aklıma gelen blog konularını yazmak için kullanacağım. 
not defteri, blog konusu, yaşadıklarım
Bu da içinden bir görüntü


Kütüphaneci vurdumduymazlığı bu olsa gerek...

   Bir kütüphaneci, kütüphaneye gelen kitapseverleri düşünmelidir. Şimdi niye böyle bir giriş yaptım? Anlatayım. Bundan bir hafta önce -galiba salı günüydü- kütüphaneden bir mesaj geldi. “Aldığınız materyalleri cuma gününe kadar teslim ediniz” tarzı bir mesajdı. Kütüphaneden ne alınır? Kitap. O zaman bu materyal ne alaka? Niye materyal diyorsun kitap değil de. Bu mesaj olayına akıl sır erdirebilmiş değilim. Aranızdan bu konuda bilgisi olan varsa, lütfen yorum bölümünde tüm okuyucularla paylaşsın. Neyse biz konumuza devam edelim. Üç kitap almıştım. Üçü de bitmişti. Bir sonraki gün olan çarşamba gittim kütüphaneye. Ama birde ne göreyim? Kapı duvar. Birkaç kere başıma böyle bir şey geldiği için önemsemedim.


kütüphaneci, yaşadıklarım, kitap değişimi


                                              KÜTÜPHANE KAPALIYDI
     Bu gibi durumlarda bir sonraki gün, kütüphaneci muhakkak yerinde olurdu. O yüzden, “Yarın gelir kitapları değiştiririm” dedim. Öbürsü gün tekrar gittim. Baktım yine kapı duvar. “Bu adam böyle yapmazdı. Acaba ne oldu?” dedim. Gittiğim saatte 16:00 ha. Yaz ayı normalde 17:00’de kapanıyor diye biliyorum. Çünkü tüm devlet daireleri, yazları 17:00’de kapanır. E kütüphanede bir devlet dairesi değil mi sonuçta? Adam belki bir yere gitmiştir diye bi 15-20 dakika bekledim. Beklerken canım sıkılmadı. Neyse ki telefonlar var. O arada bloğuma baktım. “Yorum var mı, bugün şimdiye kadar kaç okunma almış?” falan derken zaman aktı gitti. Ama adam gelmedi.
                                                  NEREDE BU ADAM?
     Bizim burdaki kütüphanede bir kütüphaneci çalışıyor sadece. Başka kimse yok. Yani kaç kere gidip geldim kütüphaneye. Başka bir çalışan olsa elbet görürdüm. Şimdi burası küçük bir belediye. “Tek çalışan yeter de artar bile” diye düşünmüş olabilirler. Böyle düşündüler diye eleştiremem adamları şimdi. Doğrudur, yani buraya bir adam yeter. Ama o adamın yaptığına bakın şimdi. Bir sonraki gün gittim, yine yok. O hafta öyle bitti. Pazartesi bir daha gittim. Ben tam kütüphanenin merdivenlerine yaklaşmışken 5-6 kişilik, 12-13 yaşlarında bir kız grubu, merdivenleri bir heyecanla çıktılar. Ama hevesleri onlarında kursaklarında kaldı. Çünkü kütüphane yine kapalıydı. Ben de çıktım yukarı. Kapalı olmasının nedenini bilip bilmediklerini sordum.
                            HALKI BİLGİLENDİRSEN BİR YERİN Mİ EKSİLİR?
     Onlar da bilmiyormuş. Hatta aylık bir edebiyat dergisi getirmiş kargo. Kapı kapalı olunca, hemen kapının önüne bırakmış. Şimdi anladığım kadarıyla, adam yıllık izne çıkmış. E bu ikinci hafta gelip bulamadığım. Tamam iyi güzel, izne çıkmışsın. Be mübarek adam, kapıya bir bilgilendirme kağıdı assana. “Ben yıllık izindeyim. Şu tarih itibariyle kütüphane tekrar açılacaktır” diye bir not düşsene. Gelen millet de, “Ne oldu da kütüphane kapalı?” diye merakta kalmasa olmaz mı? Biraz hassasiyet ya biraz. Şu insanlara değer verme işini ne zaman yapacağız artık? Ya da şöyle bir yol da izlenebilirdi. Madem bu adam iki hafta iznini kullanacak. O gelesiye kadar başka bir kütüphaneci, kütüphanenin başında duramaz mıydı? Bu çok mu zor bir şey?

Foto kaynak: https://www.flickr.com/photos/csmith/7138938305/sizes/o/

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Okunan bir sela bize ne anlatır?

     Okunan her bir sela, etkiler beni. Selayı duyduğum zaman, bir durulurum. Çünkü sela demek; bir kişinin hayatını kaybetmesi demek. Sela demek; bir kişinin, bu dünyadan göçüp gitmesi demek. Sela demek; “Acaba şu anda, ne haldedir o ölen kişi” diye, kendine sormak demek. Sela demek; nefsine, “Senin içinde bir gün, böyle sela okunacak” demek. Sela demek; “Şimdi yakınları nasıl da gözyaşları döküyorlardır” diye, düşünmek demek. Sela demek; ölen kişi için açılan, bir mezar demek. Sela demek; şu anda bir evin bir odasında, bir cenazenin olması. Üstünün kefen ile kaplı olması. Üstünde bir bıçak olması demek. Bu bıçak adeti, bazı yerlerde yok galiba.  

sela ne demek, yaşadıklarım

                                         ÖLÜYÜ GÖREN BİR ÇOCUK
     Sela demek; odadaki ölünün yanında insanların olması. Onların yerli-yersiz konuşmaları. Bazılarının ölünün yanında ve bir cenaze evinde olduklarını unutup gülümsemeleri, hatta gülmeleri demek. Acaba ölü, o odada yatarken, etrafında olanları görüyor mu? Bir anlam verebiliyor mu diye, sormak demek. Sela demek; cenaze evine girmemesi gereken çocukların, en azından ölünün bulunduğu odaya girmemesi gereken çocukların, ölüyü o halde görüp korkması. O anda, ruh dünyasında, kim bilir neler yaşadığını bilememek. Muhtemelen, psikolojisinin bozulması demek. Sela demek; ölünün yattığı odayı, bir kefen kokusunun alması. “Kefenin kokusu bile bir hoş” demek. O kefen kokusundan sonra irkilmek, korkmak ve kendi ölümünü düşünmek demek.
                                    “HAKKINIZI HELAL EDER MİSİNİZ?”
     Sela demek; eve tabut gelmesi. Ya evinin önünde, ya da mezarlıkta, o tabutun musalla taşına konması demek. Köylerde genelde helallik, cenazenin evinin önünde alınır. Sela demek; ölünün tabutun içinde evin önüne konması. Etrafına kadın-erkek tüm köylülerin toplanması. Etrafta çıt çıkmaması. Herkesin, ibretle tabutun içindeki cenazeye bakması. Birkaç dakika, sanki zamanın durması demek. Sela demek; herkesin hocanın söyleyeceklerini dinlemesi. O an, herkesin kendi içinde bir muhasebe yapması demek. Sela demek; hocanın üç defa, “Hakkınızı helal eder misiniz?” sorusunu sorması. Ortaya, sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi olan, “Helal olsun” nidalarının yükselmesi demek. Sela demek; tabutun, omuzlara alınması sırasında çıkan konuşma sesleri. Ve cenazenin kadın yakınlarının, yürekleri parçalayan feryatları demek.
                                         TOPRAĞIN ALTINDADIR ARTIK
     Tabutun mezarın yanına konması. Mezara, cenazenin yakınlarının ya da köyden bu işi yapabilecek, büyük birkaç kişinin inmesi. Ve kefenin iki ucundan tutulup cenazenin, mezara inenlere verilmesi. Cenazenin, mezara yerleştirilmesinden sonra, mezara inenlerin hepsinin çıkması, sadece bir kişinin kalması. Ve o bir kişinin, tahtahaları yerleştirmesi. Ve o tahtaları da koyduktan sonra,dışardan birinin mezara uzattığı ele tutunarak, mezardan son kişinin de dışarı çıkması demek. Ve artık, son aşamadır. Cenaze mezara konmuş, tahtaları yerleştirilmiş, sadece toprak atılarak, üstünün kapanması kalmıştır. Artık tek duyulan, toprak atılan küreklerin sesidir. Çok sevdiğin bir canı, bir parçayı ne kadar istemesende, toprağa emanet etmektir. Dakikalar içerisinde mezar doldurulur toprakla. Artık cenaze, toprağın altında yalnız başınadır. Tıpkı dünyaya tek başına geldiği gibi, yine bu dünyadan tek başına gitmiştir.

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Kendimi affedemiyorum...

   
     Herkesin kendisine göre, davranış kalıpları vardır. Bu davranış kalıplarını, kişiliği doğrultusunda belirler. Ben çoğu zaman, bu davranış kalıplarıma uygun davranıp davranmadığımın muhasebesini yaparım. Kendimi değerlendirmeyi severim. Bazı zamanlar, bana göre yapmamam gereken hatalar yaptım. Hayalimdeki Cem, bu hataları yapacak kişi değildi. Ama gerçekteki Cem, bu hataları yaptı. Bu yüzden kendimi affedemiyorum. Kendime kızgınım. İnsan hiç, kendi kendisine kızar mı? Kızar. Hem de nasıl kızar. Yaptığım bu hatalar aklıma geldikçe, kendime kızıyorum hatta köpürüyorum. Kendimi affedemiyorum. Bir kişisel gelişim kitabında, “Kendinizi affedin. Hafiflediğinizi hissedeceksiniz” diyordu. Kişisel gelişim kitapları hep böyledirler zaten. “Onu yapmalısın, bunu yapmalısın” der, dururlar. Ama kolay mı?
kendimi affedemiyorum, yaşadıklarım
                                       PEŞİNİZİ BIRAKMAYAN HATALAR
     Bazen kişisel gelişim kitaplarına da sinir oluyorum bu yüzden. Bilmiyorum, belki de olması gerekenleri yüzüme çarptıkları içindir. Bu arada, her kişisel gelişim kitabını da seviyorum diye bir şey yok. Çoğu bir işe yaramaz. O kadar kızmama, köpürmeme rağmen, o kişisel gelişim kitabında yazan, “Kendinizi affedin” öğüdünü tutmaya çalışmadığımı mı sanıyorsunuz? Tutmaya çalıştım. Denedim. Ama bir türlü yapamıyorum. Kendimi affedemiyorum. Anladım ki, kısa bir zamanda bu sorunumu çözemeyeceğim. O yüzden uğraşmayı, kendimle didişmeyi bıraktım. Zaman ilaçtır ya, onun şifasından medet umdum. Şimdilerde daha iyiyim. Hatalarımı yok mu sayıyorum? Aslında onu da denedim. Ama hatalarınız devamlı peşinizden geliyorlar. Yok sayma gibi bir durumunuz asla olmuyor.
                                            YAZIYA DÖKMEK İSTEDİM
     Hatta daha da gaddarca söylemek gerekirse. Son nefesinize kadar, peşinizi bırakmayabilirler. Sanırım çok iç karartıcı bir yazı oldu. Genelde bu tarz yazmam. Ama zaman zaman insan içini dökmek istiyor. Belki de yazmanın rahatlatıcı etkisinden faydalanmak istemişimdir. Psikologlar da hastalarına yazmalarını önerirler ya. “Yaşadığın sıkıntıları yaz. Sonra getir. Beraber okuyup, değerlendirelim. Üzerine konuşalım” derler. Hepten de gözünüzde umutsuz bir vaka izlenimi oluşturmak istemem. Bu yaşadıklarımı her an, her dakika yaşadığımı düşünmeyin sakın. Bazı günler, bazı geceler hiç olmadık anda, bu duygular içinde bulurum kendimi. Efkar sarar bedenimi, ruhumu. Ve o anlarda içimdeki ben, “Bunları nasıl yaptım. Kendimi affedemiyorum” der.

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com
      

Bir kaç dakikalığına çocuk olmak...

     Bugün bir arkadaşımla buluşmak üzere evden çıktım. Yürürken önüme bir top geldi. Baktım tek başına bir çocuk. “Abi topu atar mısın?” dedi. Ben daha iyisini yaptım. “Hadi gel çalım, çalım” dedim. Tek başına oynadığından bu teklifime hayır demeyeceğini biliyordum. Tam da tahmin ettiğim gibi oldu. “Tamam abi” dedi. 9-10 yaşlarında bir çocuk. Bir iki çalımda yedim kendisinden ha. Bir iki çalım da ben attım ona. Dakikalar geçtikçe tabi benim nefes alışverişler hızlanmaya başladı. “Tamam. Be yoruldum. Senin kadar genç değilim” dedi. Sonra yoluma devam ettim. Birkaç dakikalığına çocuk oldum yani anlayacağınız. Bazen şu hayatın sorumlulukları o kadar bunaltıyor ki. Böyle kısacık mutluluklar iyi geliyor.

çocuk olmak, top oynamak, yaşadıklarım

foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/boy-covered-in-maple-leaves-24648/

Ramazan ayı geldi, hoş geldi...

     Ramazan ayı geldi. Dün ilk sahurumuzu yaptık. Bugün de nasipse, ilk iftarımızı yapacağız. Özlemişiz. Özlenmeyecek gibi değil ki? Boşuna on bir ayın sultanı denilmiyor. Bir kere herkes iftarda ve sahurda sofrada oluyor. Yani hep beraber, ailecek yemekler yeniliyor. Ailenin bir araya gelmesi ayrı bir güzellik zaten. Bu güzelliği bize sağlayan da, bu güzel oruç ayı. Ondan sonra bu aya özel pideler. Bu ay dışında da fırınlarda görüyorum. Satılıyor pideler. Ama bu ay dışında almanın bir tadı yok. Yorgun argın sahura kalkmalar. Gözünü açamadan bir şeyler yemeye çalışmalar. Dakikalar ilerledikçe uykunun açılması. Susuzluğu hissetmemek için çay içmeler.

Ramazan ayı, Ramazan ayı güzellikleri, yaşadıklarım

“OKU HOCA ARTIK” DERSİN
     Ramazan ayı, sofrada ezanın okunmasını beklemek, ayrı bir güzel. Artık açlık ve susuzluk had safhaya gelmiştir. Sofra da kurulmuştur. Yemekler sana, sen yemeklere bakıyorsundur. “Oku hoca, oku hoca” dersin. O kadar açsın ve susuzsundur ki. Ezan okunduktan sonra, sanki bir damacana suyu içsen, ancak suya kanacağını zannedersin. Ya açlık? Hiç doymayacağını zannedersin. “Bu sofradakilerle doymam ben” dersin. Ama ezan okunup, oruçlar açıldıktan sonra da bir bakarsın ki. Hiç de düşündüğün gibi olmamış. En fazla iki bardak suda kesilirsin. Sözde bir damacana su yetmeyecekti sana. Sofradaki yemekler kalır. Aldığın  pideler bitmez. Hani dünyaları yesen doymazdın. İnsanoğlu işte. Hele ki iftar sonrası çay yok mu? Candır can. İlaç gibi gelir insana.
AÇLIK VURDU ŞU AN
     Benim bu ayda takip ettiğim hoca, Nihat Hatipoğlu’dur. Tabi sadece benim değil, ailecek. Şimdi yine Nihat Hoca hakkında, kim bilir neler neler söylenecek? Bana kendisi samimi geliyor. Tabi izlemeyenlere de saygım sonsuz. Bu benim kararım. Samimiyeti, insana ve çocuklara yaklaşımı hoşuma gidiyor. Bu yazıyı yazarken, saat daha 18:00. Yani Düzce için iftara, daha 2,5 saat var. Şu an susuzluğu o kadar çok hissetmiyorum da. Açlık vuruyor 😂 Sanırım sofradaki yemekler bana yetmeyecek 😃Peki sizi en çok açlık mı, yoksa susuzluk mu zorluyor? Ailenizle, sevdiklerinizle beraber, güzel bir ramazan ayı geçirmenizi dilerim. 

17 Ağustos depremi...

     17 Ağustos depremi yaşandığı zaman, ben küçük bir çocuktum. Rahmetli dedemle yatıyordum. Bir anda uyandık. Dedem benim üstüme kapandı. Başımıza bir şeyler düşüyordu. Bizim ev ahşaptı. Muhtemelen toz topraktı üzerimize düşenler. Deprem biter bitmez kendimizi sokağa atmıştık. Tüm millet dışardaydı. Köy sanki mahşer yeri gibiydi. Neyse ki gidebileceğimiz bir top sahamız vardı. Tüm köylü oraya toplandık. Artçı depremler olmaya devam ediyordu. Ben çok korkuyordum. Birilerinin yanına sığınıp dehşetle, depremin geçmesini bekliyordum. Depremden sonra Düzce merkeze gidip gelenler olmuştu. “Düzce yıkılmış” diyorlardı. O geceyi bir şekilde atlattık. Sabah olmuş, her yer aydınlanmıştı. Neyse ki köyümüzde yıkılan bir ev olmamıştı.  Şükür, can kaybımız da yoktu.

17 Ağustos depremi, yaşadıklarım


                                         DEPREMDE YAŞADIKLARIM
     17 Ağustos depremi köyümüzde çok eskimiş ve artık kullanılmayan bir iki ev vardı. Onları yıktı. Depremden sonraki sabah ya da birkaç gün sonra olacak. Bizim evin karşısında babam, ben, birkaç kişi daha oturuyoruz. O an artçı bir deprem olmaya başladı. Hepimiz bir anda dona kalmıştık. Karşıya bizim eve baktım bir ara. Koskoca ev, bildiğin sağa sola yatıp duruyordu. Bu anda benim için unutamadığım bir tecrübeydi. Deprem, suda daha çok etkili oluyor diye bir şey duymuştum. Bu aklıma takılıp kalmış. Babamla bizim ordaki kanaldan giderken, bu duyduğum şey aklıma gelir babama, “Hadi baba daha çabuk gidelim. Bir an önce kanalı geçelim” derdim.
                                          DEPREMDEN DERS ALMADIK
     Depremde yaşadıklarımdan ufak ufak kesitler anlattım sizlere. Ki, benim anlattıklarım bazılarının yaşadıklarının yanında hiç kalır. Depremden sonra çürük-çarık binalar yapan müteahhitler ortaya çıkarıldı. Bunların en ünlüsü Veli Göçer’di. Hatırladığım kadarıyla hapis cezası almıştı galiba. Sonraları sağlam binalar yapma, fazla kata izin vermeme ve deprem bilincini yükseltme gibi konular tartışıldı durdu. Ama bir yere vardı mı? Hayır. Şu an yine böyle bir büyük deprem olsa, halimiz yine harap. Yapılan araştırmalar bunu gösteriyor. Çünkü zaman geçtikçe depremi unuttuk. Fazla kata izin vermeler, depreme karşı toplumu bilinçlendirme  kampanyasının bir kenara bırakılması. Hep bu unutkanlığın peşin sıra geldi. Maalesef bir şeylere hazırlanma, kurallara göre yaşama gibi bir huyumuz yok millet olarak. Biz günlük yaşıyoruz. Yine toplum olarak hiçbir şeyden ders almıyoruz. Yapımız bu. Yine 17 Ağustos depremi gibi bir deprem olsa, maalesef yine çok bina yıkılacak ve yine bir çok insan ölecek.

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com



İlk günlüğümü nasıl tuttum?

     Bir blog yazarı olarak, elbette bende konu sıkıntısı çekiyorum. Konu sıkıntısı ile ilgili okuduğum yazılarda, ortak tavsiyelerden biri, okumak. Ama gelin görün ki, son zamanlarda okumakla hiç aram yok. Hiç aram yok derken, yanlış anlaşılmasın. Blogger arkadaşlarımın yazılarını okuyorum. Takip ettiğim köşe yazarlarının yazılarını takip ediyorum. Ama ya kitap? İşte orda sorun var. Akşam işten geldikten sonra yemekti, oydu buydu derken, zaman su gibi akıp geçiyor. Sonra zaten göz kapakları yavaş yavaş kapanmaya başlıyor. Ya, bir blog yazarı olarak, kitap okumam gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yazar dediğin, aynı zamanda bolca da kitap okumalı. Ama şimdilik belli bir düzende kitap okumam zor görünüyor.
günlük tutmak, blog yazarı, kitap okumak, her derde deva ilaçlar, yaşadıklarım

                                            İLK AMATÖR GÜNLÜĞÜM
     Tuttuğunuz ilk günlüklerinizi hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum. Ben o zamanlar günlük dendiğinde günlük, yaptığım işlerin yazılması sanırdım. Ne bileyim, duyguların kelimelere dökülmesi olayı olduğunu. Tabi şimdi de yaşadığımız bir olayı günlüğümüze not ediyoruz. Ama bize ne hissettirdi, mutluluk, hüzün, ayrıntısına girerek anlatıyoruz. Ben daha o çocuk yaşlarımda, sadece yaptıklarımı yazıp geçiyordum. Mesela, “Okuldan geldim, yemek yedik, sonra yattık” gibi. Böyle kısa kısa yazıp geçiyordum. O tuttuğum günlüklerim şu an elimde olmasını o kadar isterdim ki. Ama kim bilir neler oldu? Ya sobada yakılmıştır, ya da temizlik yapılırken yaramaz kağıt diye toplanıp, çöpe atılmıştır. O zamanlar öyle saklama huyum yok ki. Günlükle ilgili bir yerde yazı gördüm. O yazıdan hareketle, bende ilk tuttuğum günlüğümü yazmak istedim.
                             NEREDEYSE ÖLÜME ÇARE BULACAK İLAÇLAR
     Devamlı, 24 saat Türk filmi yayınlayan kanallar var. İlla ki denk gelmişsinizdir. Bazı zamanlar, kanallar arasında geziyorum. Doğru dürüst bir şey yoksa eğer, o kanallara geçiyorum. Güzel bir Türk filmi olursa, bakıyorum. İşte o filmleri izlerken, araya giren reklamlar var ya. Ondan bahsedeceğim size. Kimileri krem reklamı yapıyor, kimileri hap reklamı yapıyor. Ama o nasıl bir kremdir? Ama o nasıl bir haptır? Mübareklerin deva olmadıkları dert yok. Kalp, tansiyon, şeker, kolesterol… liste uzuyor da uzuyor. Neredeyse ölümü bile önlüyor diyecekler. Bu tip reklam yapan uydu kanallarının, kapatıldığını duymuştum. Ama mantar gibiler. Sen ne kadar kapatırsan kapat. Yine açılıyorlar işte. Ne diyeyim? Burası Türkiye.  

Otobüste yaşadığım huzur...

     Otobüsün açık olan kapısına yaklaştım. Kafamı içeri uzattım. “Abi Çilimli’den geçiyor mu?” dedim. “Geçer” dedi otobüs şoförü. Bindim otobüse. Şoförün hemen arkasındaki çiftli koltuğa, cam kenarına oturdum. Cebimden bozuklukları çıkardım. İçinden üç lira ayırıp, şoföre uzattım. Sonra camdan dışarıyı seyre daldım. Otobüste, cam kenarında oturmayı ve etrafı izlemeyi seviyorum bende, bir çok kişi gibi. Az ileride, ışıklara takıldık. Şöyle bir dışarıya baktım. Arabalar, vızır vızır gidiyorlar. Işıklarla her taraf aydınlık. Herkes evine gitme telaşı içinde. Çok sevdiği ailesiyle mutlu ve huzurlu saatler geçirmek için. Eve gitme telaşı içinde olanlar içinde ben ve otobüsteki herkes de var.

yardımlaşmak, otobüs anısı, huzur duymak, yaşadıklarım

                                            ÇAY KANSER YAPIYORMUŞ
     Bunu düşününce, bir anda huzurla doluyorum. Arkama dönüp otobüsteki herkese bakıyorum. Otobüs fazla kalabalık değil. Tekrar önüme döndüm. Şoförün yanında iki kişi oturuyor. Konuşmalarından, şoförle arkadaş oldukları belli. Tatlı bir sohbet tutturmuşlar. Onlara kulak verdim bende. Cam kenarındaki adam, çayla ilgili bir şey duymuş, onu anlatıyor. “Bir-iki saat önce demlenmiş, bayat bir çayı bardağa koyduğunda, tortuları oluyormuş. O tortular bardağın dibine iniyormuş. O çayı içince de o tortu, boğazlara yapışıp kanser yapıyormuş” dedi. Hemen yanındaki bir diğer adamsa buna karşılık, “Ha bi gün önce ölmüşün, ha bi gün sonra ölmüşün ne farkeder” dedi. Bu tip tatlı konuşmalar her zaman olur otobüslerde.
                                          YARDIMLAŞMANIN GÜZELLİĞİ
     Bunun üzerine şoför girdi konuşmaya ve son sözü o söyledi. Gülümseyerek, “Bi bağıra bağıra ölmek var, birde normal ölmek var” dedi. Otobüs yine bir durakta durdu. Otobüse önce, elindeki bir bebekle genç bir kız bindi. Onun arkasından, elinde bebek arabasıyla bir kadın ve 5-6 yaşlarında bir kız. Sonradan binen kadın, elinde bebeği tutan kıza, “Siz oturun ben bebeği alırım” dedi. Meğer bebek, sonradan binen kadınınmış. Genç kızdan yardım istemiş. Kadın, otobüs parasını uzattıktan sonra kızın kucağından bebeğini aldı ve kıza, “Çok sağol” dedi. “Yardımlaşmak ne güzel” dedim içimden. Bu duyguları yaşattığı için, otobüs yolculuklarını seviyorum. Tekrar camdan dışarıyı seyretmeye başladım. İçimdeki huzurla.

Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Tahammülsüzlük- Kaptan Amerika- Uykuya direnmek...

     Kötü iş günlerinden birini daha geride bıraktım. Çağrı merkezlerinde çalışanlar bilirler. Bazı zamanlar çok tahammülsüz olursunuz. İşte bu tahammülsüzlük çağrı merkezindeki gününüzün zor geçeceğinin habercisidir.

     Akşam kanal D’de İlk Yenilmez: Kaptan Amerika vardı. Sıska çocuğun birden süper kahramana dönüşmesi güzeldi. Sonra gösterilerde boy gösterip durdu. Oralarda sıktı. Filmin sonunda 70 yıl uyuması bombaydı. Diğer filmlerini izlemek için bu filmde gerekli motivasyonu bulduğumu söyleyemem.

tahammülsüzlük

     Uykuya direniyorum, evet. Sabahları zor kalkıyorum, evet. Akşam 22:00’da yatsam uyurum, evet. Ama 22:00’da yatarsam bana günden bir şey kalmayacak ki. 00:52 geçiyor bu satırları yazarken. Uykumu alamama ama yine de erken yatmama, benim hayatımın gerçeği.


Yaşadıklarım kategorisindeki diğer yazılarımı buradan okuyabilirsin.

Aşk anısına hüzünlü veda...

     Ne zaman aşk dense, aklına o geliyordu. Galiba sonsuza kadar da o gelecekti. Belki gün gelir, bir başkası onu unutturabilir miydi? Ama o zaman bu yaptığı da sadakatsizlik olmaz mıydı? Aklı ile vicdanı arasında kalmak, böyle bir şey olsa gerekti. Evden yine geç çıkmıştı. Otobüse yetişemeyecekti. Adımlarını hızlandırmaya başladı. İçi rahat etmedi. Hafiften koşmaya başladı. O an aklına, yine o geldi. Onunla buluşmaya giderken de hep böyle otobüse geç kalacağım endişesi yaşar ve koşardı. “Keşke yine beni bekliyor olsaydı da, ona gidiyor olsaydım” dedi. Ama bu sadece kupkuru ve ölü bir istekti. Ve bir daha, hiç mi hiç canlanmayacaktı.

aşk, yaşadıklarım, eski günler
Aşkın anılarına da veda etmek gerekiyor

                                          BULUŞMA YERİNE İLK GİTMEK
     Nereden duymuştu yine aşk lafını da, yine aklına o gelmişti. Otobüsün camından dışarıyı izlerken, onunla geçen günlerini düşünüyordu. Sanki o bekliyormuş da, onunla buluşmaya gidiyormuş gibi hissetmek istiyordu ve bırakıyordu kendini o güzel duygunun kollarına. “Daha gelmemiştir. Muhakkak arkadaşlarıyla eğlene eğlene geleceği için, kesin buluşma yerine ilk ben gideceğim” diyordu içinden. Cidden, o zamanlar da böyle olurdu. Gittiğinde hakikaten, o orada olmazdı. Birkaç dakika sonra arkadaşlarıyla beraber damlardı. Mutlu ve huzurlu iki öpücük kondururdu yanaklarına. Bu sefer de yoktu bankta. Ama işin kötü yanı, olmaması değil beş dakika, on dakika ya da yarım saat sonra gelmeyecek olmasıydı.
                                                   ANILARA HOŞÇAKAL
     Gitti, o banka oturdu. Sanki gelecekmiş gibi arkasına, sonra da birde önüne baktı. İçinden özlem dolu ve yaralı bir kalbin söyleyeceği bir şekilde, “Ahhh” çekti. Galiba bu bankla da vedalaşmalıydı. Çünkü bu bank, çok merkezi bir yerdeydi. İlla ki gözüne çarpacaktı. Bu bankla hesaplaşmasını bugün yapmalıydı. Artık o yoktu. Artık o hayatından çıkıp gitmişti. Artık bu bankta, sıradan bir banktı işte. Ellerini bankta gezdirdi. Birbirlerine sarılıp oturdukları günleri hayal etti. Evet, biliyordu. Bu bankta, gün gelecek, sıradan banklardan biri olacaktı onun için. Ama zamanla. Ama yavaş yavaş. Kafasını önüne eğdi. Artık karar vermişti. O banka, hayır hayır aslında o banka değil, o banktaki mutlu anılara, “Hoşçakalın” dedi ve aniden kalktı. Böylece kalbine saplanmış aşk oklarından birini daha, acı içinde çekip çıkarmıştı işte.

Bazen hayatı çözdüğümü sanıyorum...

     Ben bazı zamanlar, “Hayatı çözdüm” diyorum. Ama bunu demekle kalıyorum. Çünkü sonradan bakıyorum ki, hayatı çözememişim. Sadece hayatı çözdüğümü sanmışım. Bilmiyorum sizde benim gibi hissediyor musunuz? Anlatmaya çalıştığım olay, özel hayatımla ilgili de olabilir iş hayatımla ilgilide. Yani belli bir ayrımım yok. Bir olay karşısında davranışlarım, o olayla ilgili sorunun hemen çözülmesini sağlıyor. O olaydan yola çıkarak bu davranışımın, tüm olayların çözümünde işime yarayacağını düşünüyorum. Yani en başta dediğim, “Hayatı çözdüm” noktasına geliyorum. O andan sonra, hayatımın tüm aşamalarında o olay karşısında verdiğim tepkiyi veriyorum. Ama kısa süre sonra bir de bakıyorum ki. Yanlış alarmmış. Duvara toslayıp kalıyorum.

hayatı çözmek, yaşadıklarım, karaktere aykırı hareket etmek
En büyük yanılgılarımdan biri aslında

                                 BAŞARILI OLDUĞUM KÜÇÜK ALANLAR
     Dönüyor muyum en başa. Sonra başka bir olaydaki davranışımı tüm hayatıma adapte ediyorum. Onda da hüsrana uğruyorum. Sonra yine başa. Böyle bir kısır döngü gidip duruyor işte hayatımda. Bu gözlemlerimin tümden başarısız olduğunu söyleyemem. Hayatımın küçük parçalarına az biraz dokunuyor. İnsanlarla daha iyi iletişim kurmamı sağlıyor. Ama burda da başka bir sorun karşıma çıkıyor. O davranışı, hayatımın o alanında uygulama isteğim, takatim olmuyor. Bir ortama giriyorum mesela. O ortamın kendine göre kuralları var. Selam vermek, etrafındakilerle konuşmak gibi. Bunları daha önce bilmiyordum mesela. Gözlemlerin neticesinde öğrendim. Nasıl davranacağımı bilmeme rağmen, içimden o davranışları sergilemek gelmiyor. Havamda olmuyorum. Kendi kabuğuma çekiliyorum.
                            KARAKTERİMLE, DAVRANMAK İSTEDİĞİM KİŞİ
                                                   ARASINDA KALMAK
     Tam bu noktada başka bir soru yöneltiyorum kendime. O ortamda, o davranışları sergilemek istemememin nedeni, karakterim olabilir mi? Bazıları vardır. Ortamda her zaman aynı davranışı sergilerler. Ben öyle değilim. Beni kimi zaman şen şakrak görürsünüz. Kimi zaman da sessiz-sakin, kendi içine çekilmiş. Bana öyle geliyor ki. Karakterimin ruhuna aykırı hareket etmeye çalışıyorum. Karakterimin ruhuna aykırı hareket etmeyi, belli bir süre gerçekleştirebiliyorum. Ama an geliyor. Oynadığım bu oyun daha fazla gitmiyor. Omuzlarıma bindirdiğim yükü, artık omuzlarım kaldıramıyor. Böyle karmaşık duygular yaşıyorum işte. Yazarken de karmaşık mı yazdım bilemiyorum. Derdimi anlatabilmişimdir umarım. Aslında somut örnekler versem kendimi daha iyi ifade edeceğim de. O örnekler çok detay içerdiği için yazamıyorum.

Uzun yol seyahati, nasıl duygular yaşatıyor?

     Bugün uzun yol seyahati yaptım. Düzce’den Kırıkkale’ye. Bir arkadaşın arabasıyla gittik. Benle beraber üç kişiydik. Gidiş 5 saat, geliş 5 saat, toplamda 10 saatlik bir yolculuktu. Ben gündüz yolculuğunu severim. Ama gece yolculuğunu daha çok seviyorum. Ben arka koltukta tek başıma oturuyordum. Akşam olmuş, ışıklar yanmıştı. Radyo desen, yayın bir gidip bir geliyordu. Şoförün yanında oturan arkadaşım uykuya geçmişti. Arabanın çıkardığı tek düze ses, insanı uykuya çağırıyordu adeta. Biraz koltukta aşağıya kaykıldım ve gözlerimi kapattım. Kendimi o sesi dinlemeye verdim. Belli bir süre sonra uykuya geçtim. Ama arada yine gözlerimi açıp bakıyordum etrafa. Yine yanımızdan geçen arabaların seslerini duyup, otoyol lambalarının aydınlattığı yola bakıp, gözlerimi tekrar kapatıyordum. 

uzun yol seyahati, yaşadıklarım, Düzce-Kırıkkale yolculuğu


                                    NEREYE GİDİYOR BU İNSANLAR ?

     Uzun yol seyahati yapmayı özlemişim. Bir ara radyo kesilmeden çalışmaya başlamış. Tekrar gözlerimi açtığımda duydum. Kendimi bu sefer de bu müziğe verdim. Ve yeniden gözlerimi kapattım. Sonra otomobili kullanan arkadaşa bir telefon geldi. Bende o sese uyandım. Ön koltuktaki arkadaşım da uyanmıştı. O telefondan sonra da ne o arkadaşım, ne de ben uyuyamadık. Yolu izlemeye koyuldum. Yanımızdan vızır vızır arabalar geçip gidiyordu. E yan taraftaki yolda öyleydi. Ön tarafta oturan arkadaşıma, “Abi bu kadar insan nereye gidip, nereye geliyor böyle?” dedim. Arabayı kullanan arkadaşımla beraber güldüler. “Herkesin bir işi gücü var be oğlum” dedi.

                                     EVLERDE YAŞANAN HİKAYELER
     Saat 21:00 olmuştu ama biz hala yollardaydık. Ankara’dan çıkmak, Bolu’ya girmek üzereydik. Dışarıyı seyrederken yan yana, iki koca apartman gördüm. Ve bu iki apartmanın dairelerinin büyük çoğunluğunda ışıklar yanıyordu. Ön taraftaki arkadaşıma döndüm, “Akşam oldu. Dairelerin ışıkları yanıyor abi” dedim. Sonra biraz durdum. “O evlerde kim bilir ne hikayelerdir vardır be abi?” dedim. Sıra sessizlikteydi. Sessizliği arabayı kullanan arkadaşım bozdu. “Ben gece yolculuğunu seviyorum. Gerçi gündüz yolculuğunuda seviyorum” dedi. Akşam 19:00’da Kırıkkale’den çıkmıştık. Gece 23:00’de Düzce’nin, Çilimli ilçesinde olduk. Yaşanılan her duygunun ayrı bir güzelliği var. Uzun yolculuklarında. Uzun yol seyahati yaptıktan sonra benim  gözlemlediklerim, yaşadığım duygular böyleydi.

Foto kaynak: https://www.flickr.com/photos/aigle_dore/14274177636/sizes/l


Atılamayan aşk defteri...

Gecenin ikisi mi, üçü mü neydi. Dışarıda, kar başını almış başını gidiyordu. Onu düşünüyordu. Onu hatırlatacak en damar denilebilecek şarkıları, peşi sıra dinliyordu. Eline de kalem kağıt almıştı. Onu düşünerek yazmak istiyordu. Öyle bir şarkılar çıkıyordu ki, yazmaması mümkün değildi. Hele ki bazı şarkılar, onunla beraber olduğu dönemde çıkmışlardı. Onları dinledikçe, içi daha da bir yanıyordu. Yok, yazamıyordu. Artık dayanamıyordu, aşk damlaları dökülüyordu gözlerinden. Kendilerine bir defter almışlardı. İkisi, birbiri haklarında şiirler, güzel sözler yazıyorlardı. O defteri hala atamamıştı. Öteki odadaydı işte. Hemen gidip alabilirdi. Ama cesaret edemiyordu. Bırak o defteri açıp okumayı, defterin kapağını görmeye bile cesareti yoktu.
aşk, aşk defteri, yaşadıklarım
Ha deyince atılmayan anılar
                                                           İŞTE O DEFTER
     Ama bir gün, istemeyerek de olsa, o defter ile karşı karşıya gelmişti. Kutunun içinde kitapları vardı. Hepsini çıkartıp yeniden düzenlemek istemişti. Teker teker kitapları çıkarırken, en altına doğru görmüştü o defteri. Dışı kırmızı, ortasında süngerden yapılmış bir kalp vardı. Ona öylece bakakaldı. Bir süre öyle durdu. “Bu defter burda mıymış?” diye sordu kendine. Yavaşça elini uzattı deftere. Defter, şimdi ellerinin arasındaydı. İki eliyle sımsıkı kavradı defteri. Defterin kapağına şöyle bir göz gezdirdi. Bu defterin içinde aşk ile yazılmış şiirler, özlemler, anılar her şey vardı. Yavaşça kapağını açtı. Birden ipin olduğu sayfayı açtı. Ve defteri burnuna götürdü. Belki bir ihtimal, onun mis kokusu kalmıştır diye.
                                             YİNE ATILAMAYAN BİR HATIRA
     “Keşke hiç koklamasaydım” dedi. İçi daha da bir yandı. O, artık onun değildi. Bu yarasını kanatmaktan başka bir şey değildi. Ama açmıştı işte bir kere defteri. En baştan beri defterin sayfalarını çevirmeye başladı. İlk sayfalarında, kendi yazdığı şiirleri vardı onun için. Bazıları şiir değildi. Bildiğin yazıydı. Onu ne kadar sevdiğini anlatan yazılar. Sayfayı her açışında, eli biraz daha titriyordu ve kalbi daha da hızla çarpıyordu. Ve işte o an gelmişti. Onun yazdığı yazıların ilk sayfası ile karşı karşıya gelmişti. Durdu öylece. Elini o yazıların üzerinde dolaştırdı. Yazının sonuna koyduğu gülücük işaretine bakıp, içi kan ağlayarak gülümsedi. Artık o gülümsemesini başkası için kullanacaktı. Bir süre daha baktıktan sonra, bu aşk defterini kapattı. Hemen kutunun en dibine koydu. Üstünü kitaplarla doldurdu. İşte, yine atamamıştı o defteri.

Eski sevgilimden sonra yaşadıklarım...

          Eski sevgilimle devam etseydik acaba ne olurdu?Mutlu olur muyduk?Bu gibi sorular zaman zaman aklımı kurcalıyor.Bilmiyorum sizin de kurcalıyor mu?Ben bu durumumdan çok şikayetçiyim.Neden böyleyim ki?Olan olmuş,biten bitmiş önüne baksana.Yok beynim ya da kalbim ısıtıp ısıtıp bu soruyu hep önüme sürüyorlar.Ve ben de içten bir cevap vermediğim için bu kısır döngüden kurtulamıyorum.Verdiğim cevap bir zaman hem kalbimi hem de gönlümü eyliyor.Ama sonra yine duygularım depreşiyor.Yine kendimi,kendime bu soruyu sormuş olarak buluyorum.Yine doğru dürüst bir cevap yok.Yine erteleme.Böyle bir kısır döngünün içindeyim işte.Bu durumum ne zamana kadar devam eder bilemiyorum.Bu konuda tecrübesi olanlar bu süre daha ne kadar devam eder sorusunun cevabını benle paylaşırlarsa çok mutlu olurum.
          Önce ilişkimi duygusal olarak ele alır incelerim.Eski sevgilimle gezdiğim,dolaştığımız yerleri anımsarım.Sonra da iyi yanlarını düşünürüm.Bunu da düşündükten sonra kendi kendime,”Mis gibi kızı kaçırmışsın”derim.”Sadece duygularına kapılma.Bir de mantık açısından değerlendir”konuyu derim sonra.Başlarım bu sefer mantık penceresinden ilişkimizi değerlendirmeye.Bu sefer de karşılaştığım sonuç,”İyi ki devam etmemişsin yoksa daha büyük sorunlar yaşayabilirdin”olur her zaman.Kalbim,devam etmeliydin der.Mantığım,iyi ki devam etmemişsin der.Yine böylece bir ikilemde kalmış olurum.Hayatta hiç sevmediğim huylarımdan biridir ikilemde kalmak.Ayrılığımızın ilk ayları bu ikilem arasında çok kaldım ve çok ezildim.Ama zamanla taşlar yerine oturmaya başladı.O ilk andaki gibi çok heyecanlı,duygunun daha çok önde gittiği değerlendirmeler yapmıyorum artık.
          Ara sıra facesine girerim,bakarım.Sanırım bu durum en azından herkeste vardır.İçim cız eder.Onun bir resmini görmeyeyim yeter işte.Düşünürüm kendi kendime,”Bir zamanlar bu kız seni seviyordu”diye.Eski sevgilisine dönmüş.Hele birde beraber çekilmiş fotograflarını görmeyeyim mi?Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü.Vücudum sanki zangır zangır titremeye başladı.Nefesim kesiliyor sandım.”Bu olamaz.Beni bu kadar çabuk unutmuş olamaz”dedim.Çünkü kendime çok güveniyordum.Biliyorum hatalarım oldu.Ama eminim ki benim davrandığım gibi kimse ona davranmamıştır.İşte ben buna çok güvendim.Ama yanıldım.Her şey bitmişti.O kendine çoktan yolunu çizmişti bile.Kadınların ilişki konularında erkeklere göre daha güçlü olduklarını etraftan duyardım.Bir karar alıyorlar ve hemen uyguluyorlar.Benim eski sevgilim de aynen böyle yaptı.Bende acı bir tecrübeyle kadınların ilişkilerde daha güçlü olduklarını öğrenmiş oldum.
         “Peki şimdi ne olacak?”derseniz olacak bir şeyi yok.Herkes kendi hayatına devam edecek.Yaşadıklarımız hem ona hem de bana bir tecrübe,yani bir hayat tecrübesi olarak kalacak.Ama yine de merak edemeden duramıyorum işte.Yıllar yıllar sonra ben gelir miyim aklına?”Keşke onunla bu hayat yoluna devam etseydim”der mi?


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com

Yoruldum artık...

yoruldum artık, umut etmek, yaşadıklarım
Umutsuzluğun kapısını çaldım

     Yoruldum artık. Her girişimimin geriye tepmesinden. Kendimi olmadığım biri gibi göstermekten. Kendimden ödünler vermekten. Alçaklara düşmekten. Artık takatim kalmadı. Artık akışına bırakma zamanı geldi. Olmayınca olmuyor. Kabullenmek lazım. Fazla zorlamak acıdan başka bir şey getirmiyor. Belki, “Bu sefer olacak. Bu sefer yapacağım” demekten yaptığım yanlışların farkına varamıyorum. Bu yüzden sürekli kaybediyorum. Belki de bu kişisel gelişimciler yalan söylüyorlar. “Devamlı deneyin, vazgeçmeyin” diyerek. Artık umutsuzum. Umut etmek ağır geliyor ruhuma artık. Umut etmelerimin sonu hep hüsran. Hayaller kurmaktan ve onların tuz buz olmasından yüreğim ezildi. Yeniden yeniden ruh dünyamda  bir şeyler inşa etmek zul geliyor artık bana. Hayatın akıntısına bıraktım kendimi. 

Foto kaynak: https://www.flickr.com/photos/mattlineker/14817747429/sizes/l

Yazın bile bacasından duman çıkan evler çizerdik...

     İlkokulda resim derslerinde hep ev yapardık. Ama yıllar sonra bir capste farkettim. Her yaptığımız ev resminde, bacadan duman tüterdi. Şimdi düşünüyorum da. Demek ki evi hiç yaz ayını düşünerek yapmamışız. Benim yaptığım ev resmi her zaman aynıydı ama. Çift pencereli bir ev. Sonra bir kapı. Sonra tepeye sapsarı bir güneş. Sonra sayfanın aşağı tarafına bir dere. Derenin yanına da ağaçlar. Ağaçları yuvarlak yapmaya çalışırdım. Oda ağaçtan çok dondurmaya benzerdi. Baktım öyle olmuyor. Bu sefer gövdeden dallar çıkarırdım ardı ardına. En azından o yaptığım yuvarlak ve dondurmaya benzeyen ağaçtan daha fazla ağaca benziyordu. Ağaçların gövdelerini kahverengiye boyardım. Dallarını ise yeşile.

çocukluk, ev çizmek, resim dersleri, yaşadıklarım
                                         İNSAN ÇİZMEYE ÇALIŞAN BEN
     İnsan yapmaya çalışırdım. Ellerini yaparken çok zorluk çekerdim. Bir türlü ele benzetemezdim. Tavuk kanatları gibi olurdu yaptığım eller. Hele ayakkabılar. Öne doğru bir şekil yapardım. Sözde ayakkabının alt tarafı. Ama ayakkabının üst tarafını bir türlü yapamazdım. Bu başarısız deneyimlerden sonra çöp adama geçtim. O daha kolaydı. Gün geldi büyüdüm. Bir ara karikatürlere merak saldım. Ben büyümüştüm ama çizim yeteneğim çocukluğumdaki gibi yine küçük kalmıştı. Salih Memecan’ın konferansına katılmıştım. Karikatürle olan ilişkisini anlatmıştı, “Ben hiç boş durmam. Önümde bir selpak görsem hemen onun üstüne bile karikatür yaparım” demişti. Bende hayran hayran dinlemiştim. Böyle tutkuyla bağlanmak bir şeye harika ya.
                                           BİRDE PATATES BASKI VARDI
     Sonra patates baskı yapardık. Hatırladığım kadarıyla patatesi ikiye bölüyorduk. Sonra böldüğümüz yerleri boyuyorduk. Sonra onları resim defterine basıyorduk. Yanlış da hatırlıyor olabilirim bak. Ama bu işlere elim pek yatkın değildi. Resim dersi deyince aklıma bunlar geliyor. Ha birde şey yapmıştık. Böyle plastikten çubuklar almıştık renk renk. O çubukları uhu ile yaptığımız eve yapıştırmıştık. O güzel olmuştu diye hatırlıyorum. Çocukluk en güzel yıllar ya. Çocukluğum ve çocuklar üzerine yazmayı seviyorum. Bu akşam ilkokullar yıllarımdaki resim derslerimden bahsetmek istedim. Aslında bu bahsettiğim sadece benim resim derslerim değil. Hepimizin resim dersleri. Birkaç dakikalığına da olsa, o yıllarımızı hatırlayıp gülümsediysek yeter.

Foto kaynak: https://www.pexels.com/photo/arts-and-crafts-child-close-up-color-159579/

Küçük bir kitapçı dükkanın olacak...

     Küçük, ufak bir kitapçı dükkanın olacak. Sabah gidip, akşam geleceğin. Kendi yağında kavrulup gideceksin. Her gün işine, uça uça gideceksin. Sabah dükkanının kapısını açtığında, kitap kokusu karşılayacak seni. Gün boyu da o kitap kokusu sarıp sarmalayacak seni. Biraz kitap okuyacaksın, biraz raflardaki kitapları düzenleyeceksin. Sonra kitap kurtları gelecek dükkanına. “Ben şu kitabı arıyorum” diyecek. Hemen o kitabı hangi nedenle aradığını soracaksın? “Ders için mi? Öğretmen kitabı okuyup üzerine yazmanızı mı söyledi?” diyeceksin. Hemen o çocukla muhabbete koyulacaksın. “Okumakla aran nasıl?”. “Yok abi işim olmaz. Öğretmen ödev verdiği için” derse. Hemen hangi konuların ilgisini çektiğini soracaksın. Kitabın konusuna göre, kitabı okurken zevk alıp alamayacağını söyleyeceksin. Ya da bir kitap kurdu gelecek. Bir yazarın kitabını soracak. Hemen ona da, o yazarın hayranı olup olmadığını ya da tüm kitaplarını okuyup okumadığını soracaksın. Müthiş bir edebiyat sohbeti yapacaksın işte.

kitapçı dükkanı, kitap kurdu, kitap okumak, yaşadıklarım

Foto kaynak:https://www.pexels.com/photo/person-wearing-blue-black-jacket-standing-near-gray-bookshelf-203237/

Okumak serüvenimde yaşadıklarım...

       Bilmiyorum sizde de oluyor mu?Bazen durmadan okumak istiyorum.Sabahlara kadar.”Sadece yemek için ara vereyim devamlı okuyayım”diyorum.Ama bir zaman da geliyor ki canım hiç mi hiç okumak istemiyor.Sanki bir daha elim hiç kitaba gitmeyecekmiş gibi hissediyorum.İsterdim ki canım hiç sıkılmasın devamlı okuyayım.Bilmiyorum devamlı roman okumaktan dolayı mı böyle hissediyorum?
       Değişik türde kitaplar okumuş olsam bu sorun ortadan kalkar mı diye düşünmedim değil.O yüzden son olarak kütüphaneden aldığım kitapların hepsini roman olarak almadım.Bir tane günlük aldım.Bir tane inceleme kitabı aldım.Üçüncü kitabı da farklı alacaktım ama farklı bir şey bulamadım.Mecburen yine roman almak durumunda kaldım.İlk olarak günlükleri okuyarak başladım.Romanı en sona bıraktım.
       Günlük okumanın güzel yanı da:Kimin ismi geçiyorsa hemen google’a yazıp resmini görüyorsun.”Şu anda hakkında bahsedilen adam demek buymuş”diyorum.Romanda,sonuçta hayali bir karakter.Ne kadar hayal edebilirseniz tasvirinden o.Okuduğum günlük,yazar Muzaffer Buyrukçu’ya ait.Yazarlarla yaşadıklarını anlatmış.İlk sayfalarda şair Cemal Süreya ile olan yaşadıklarını anlatıyor.O ismini duyduğumuz büyük şairin normal hayatlarından kesitler sunuyor.Bu da heyecan verici.

Foto kaynak :www.sitebuilderreport.com/stock-up


Blog linki:yasamdanyazilar.blogspot.com